“Yağmala beni kadın, yüreğinin istediği
kadar!”
–Diye düşünür erkek; kadın yağmalamaz
oysa, çalar..
Çocukluğunu düşündü. Babasının aldığı kırmızı elbiseyi, ablasıyla oynadıkları oyunları. Aslında çocukken ne kadar mutlu olduğunu anımsadı. Geriye dönmek istedi, yapamadı. Var olan zaman kavramı buna izin vermemişti. Saatler keşke dursa dedi. Bu kadının zamanla ne alıp veremediği vardı? Geçen her dakika adeta ‘içini’ oyuyordu. O gidemiyordu, zaman akıyordu. Her şeyini ondan aldığı için kızgın olduğunu düşündü aslında. Bu kızgınlık artık öfke boyutunu almıştı. En güzel zamanları önce yaşanması için geçen zaman sonrasında sadece anıları tüketmiş, kadın hızla tükenmişti. Biraz melankolik birazda dipte hızla yaşıyordu. Her şeyi hızla yapıyordu. Bu duruma artık son vermek istediğini düşündü , cesaret edemedi. Daha önce buna benzer bir hissi üniversite yıllarında yaşadığını anımsadı. Yatağın üstünde ağlarken kadın, gözlerini usulca bıraktı kendisini anılarına teslim etmişti..
Daha ilk okuldan
beri başarılara boğulan bu kadın ikili ilişkiler de aynı istikrarı koruyamadı.
Bir çok arkadaşından farklı olarak üniversiteyi ailesinin yanında okumayı tercih
etmişti. Aile ilişkileri devamlı dalgalıydı. Bir ara çok yakın oluyor bir ara
çok uzak olup kendiyle baş başa kalıyordu. Kadında kendilik meselesi vardı.
Yağmurlu havalarda camdan dışarıyı izleyip sanki hayatında biri ölmüşte
yaşasaymışçasına ağlardı. Nedenini sorunca oda cevap veremezdi. İçindeki kocaman
boşluğa anlam veremezdi. Oraya birini koyamazdı. Zaten bir kişiye bağlanılmış
umut veyahut içini dolduran şeyin bir şahıs olmasına suretle karşıydı. Adeta
güç gösterisi yapıyordu, ama gücün nerede olduğunu bulamıyordu. Bir keresinde
üniversite birini sevmek gibi bir aptallık yapmıştı. Aptallık, çünkü sevmek bir
nevi apallıktır. Kendinde mutlu olabilirken hayatına gereksiz yere birini alma
eylemidir. Her şeyin çok güzel başlaması ile rutinleşen ilişkilerde, aşk pik
yaptıktan sonra, hızla geri sayıma geçme anı ve birbirini tüketmeden ibaret
olduğunu gözlemeleri ile kavramıştı. Ama o kadar güzel gülüyordu ki gamzelerine
vurulmamak elde değildi. Kendini ifade ediş şeklide kadını etkileyecek
şekildeydi. Zekası, giyinmesi, öğrenci olmasına rağmen kendine kattıkları başını
döndürmeye başlamıştı. Halbuki ‘saçma bir buluşma nasılsa yarım saat oturup
kalkacağız’ diye düşünerek gittiği ilk buluşmadan, saatlerce oturmuş saatin
farkına bile varmamıştı. Aptallık burada devreye girmişti. Yavaş yavaş kadına
verilen ve onu öldürmeye başlayan bir zehirdi aslıda, bu kadar etkileyici
karşılaşmayı beklemiyordu. Bir Pazar sahilde dolaşırlarken birden ellerinin
elinde, denizi yanında buluvermişti. Neydi nasıldı bilemeden hayatına girivermişti.
Kadın için çok fazla şey yapan esas oğlanın öldürücü darbesi kadını yerleyeksan
etmişti.
Aptallık diye nitelendirdiği şeyin karnında kelebekler
uçuşturmaya başlaması onda farklı hislere yol açmıştı. Aşk bu mu diye sormutu
kendin. Galiba evet demişti bir yanı. Ama kelebeğin ömrünün bir gün olduğunu
unutmuştu. Zamanla pik yapan aşk kendini tüketime geçmişti bile. Neydi yetmeyen
neydi çözülemeyen. Kelebekler neden bir gün yaşardı. Kelebek telaşıyla sevmişti
onu. Yirmi dört saat dolunca, bir mayıs
akşamı aşkın üç kişiye fazla geleceğini öğrenerek bu aptallığa bir son vermesi
gerektiğini düşündü. Sahilde yaptıkları uçurtma ile aşkını da salmıştı sonsuza.
Herşey kelimeler kadar etkili olmadı kendi içinde devirdiği savaş çığır açıcı
bir noktaya gelmişti. Her şey İyiy’MİŞ , güzel’MİŞ gibi yaşamaktan , cümledeki
‘gibi’ edatı rolünü üstelenmişti aslında. Evren kanunuydu bu bir şey ters
olmaya gösün, her şey ters giderdi bir anda. Neye elini atsan hem de. Her şeyi
bırakmıştı birde. Hatta kendini bile. Bu tepki biri için değil, çiğnene
kadınlık onuru ve hazmedemeyişin patlama şekliydi.